Rehber | Kategoriler | Konular
MiSYONER
Alm. Missionor (m), Fr. Missionaire (m), İng. Missionary. Hıristiyanlık dînini yayma gayreti içinde olan kişi. Henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş ülkelerde, çeşitli faaliyetler adı altında yürütülen Hıristiyanlık propagandasının her türüne ?misyonerlik? denir. Hıristiyan batı kültüründe ?misyonerlik? adı verilen faaliyetin târihi, Hıristiyanlık dîni kadar eskidir. Bu faaliyette bulunan, papaz, râhip ve çeşitli Hıristiyan din adamlarına ?misyoner? denilmiştir.
Hıristiyanlık, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisselâma gönderilen hak bir dindir. Hazret-i Îsâ otuz yaşında Yahûdî kavmine peygamber oldu. Kendisine on iki kişi inandı. Bunlara Havâriyyûn (veya Havârîler) denir (Bkz. Havârî). Îsâ aleyhisselâm, üç sene bu dîni kendisi yaymaya çalıştı. Havârîlerin dışında çok az kimse inandı. Yahûdîler, bu peygamberi beğenmediler. Çok yumuşak huylu olduğunu ileri sürdüler. Kudüs'teki Roma vâlisine şikâyet edip ortadan kaldırılmasını teklif ettiler. Vâli, askerlerine emir verip yakalanmasını ve çarmıha gerilmesini istedi. Hazret-i Îsâ'nın saklandığı mağarayı, daha önce kendisine inanan ve az bir menfaat karşılığında dîninden dönen Yehuda adında biri, Romalı askerlere haber verdi. Allahü teâlâ, bir mûcize olarak, o anda Yehuda'yı Îsâ aleyhisselâm şekline çevirdi. Romalı askerler, Îsâ olmadığını söylediği hâlde, Yehuda'yı çarmıha gererek öldürdüler. Îsâ aleyhisselâm ise göğe kaldırıldı. (Bkz. Îsâ Aleyhisselâm-Hıristiyanlık)
Hazret-i Îsâ, otuz üç yaşında göke kaldırılınca, Havârîler dağılıp, bu yeni dînî yaymağa çalıştılar. Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra Yahûdîler tarafından sinsice değiştirilmişti. Bolüs (Pavlos) adındaki bir Yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncil'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, on iki Havârîden işittiklerini yazarak, İncil adında dört kitap meydana geldi. Fakat Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Uydurma İnciller zamanla çoğalarak, her yerde başka bir İncil okunur oldu. (Bkz. İncil)
Îsâ aleyhisselâmın dîni üç yüz sene gizli tutuldu. Çünkü bu dîne girdiği duyulanlara işkence ediliyordu. Roma İmparatoru Konstantin üç yüz on senesinde, bu dîne izin verdi. Kendi de Îsevî oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan İstanbul'a taşındı. Fakat bu dînin esasları bozulmuş olduğundan, papazların elinde oyuncak oldu.
Misyonerliğin târihçesi: Târihte ilk defâ misyonerlik faaliyetinde bulunan havârîlerdi. Ancak bunlar aslı bozulmamış olan Hıristiyanlık dînini yaydılar. Münâfık Pavlos (Bolüs) ise Küçük Asya'da, Makedonya'da ve Yunanistan'da değiştirilmiş, bozulmuş Hıristiyanlığı yaymak için birçok kilise kurdu ve bunları teşkilâtlandırdı. Pavlos'un yetiştirdiği papazlar bütün Roma dünyasına yayıldılar. Bu arada Bizans İmparatoru Constantinus'un Hıristiyanlığı kabul etmesi, misyonerlik faaliyetlerine yeni bir hız verdi. Bundan kuvvet alan misyonerler, kısa zamanda İran ve Arabistan içlerine kadar yayıldılar. Altıncı yüzyılda Aziz Augustinus, Anglosaksonlara nasihatler verdi. Aziz Bonifacius, 8. yüzyılda Ren kıyıları boyunca Hıristiyanlığı yaydı. Ayrıca Charlemagne'in zaferleri de Saksonları Hıristiyanlığı kabul etmeğe zorladı. Dokuzuncu yüzyılda Germen kavimleri Hıristiyan oldu. Aynı yüzyılda Hıristiyanlık İsveç ve Bohemya'ya girdi. Daha sonra Rusya, Prusya ve Macaristan Hıristiyan oldular.
Roma Katolik Kilisesi Avrupa'ya tamâmen hâkim olduktan sonra dünyânın her tarafında yaşayan milletleri Hıristiyan yapmak üzere harekete geçti. Kilise, bu emeline kavuşmayı önce kılıç vâsıtasıyla denedi. Bu sebeple Haçlı Seferleri tertip edildi. Haçlı orduları muazzam dalgalar hâlinde Müslüman ülkelerine saldırdılar. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Bu savaşlarda Hıristiyanlar, gâyelerine erişemedikleri gibi Müslümanların ilerlemesine de mâni olamadılar. Endülüs, Müslümanların elinde kaldı. Hatta Türkler, on yedinci asrın ortalarında Avrupa'nın göbeğine kadar ilerlediler. bu durum karşısında kılıç kuvvetiyle Hıristiyanlığı yaymak fikri iflâs etti.
Artık 13. asırdan îtibâren savaşlar vâsıtasıyla başka milletleri Hıristiyanlaştırmaktan ümit kesilmişti. Bunun üzerine papa ve Hıristiyan hükümdârlar bu işi sulh yoluyla ve tatlılıkla yapmağa karar verdiler. İşte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin kökü bu düşünceden başlar.
On üçüncü asırda Avrupa'da Dominiken ve Fransisken tarikatleri olmak üzere iki büyük Hıristiyan tarikatı vardı. Dominiken tarikatının kurucusu ?Aziz Dominik? evvelce Tunus'a giderek Müslümanları Hıristiyanlığa dâvet yolunda çok uğraşmıştı. Ama tarikatını kurduktan sonra ilk işi Avrupa'daki ?sapık? Hıristiyanlar arasında bir temizlik yapmak istedi. Böylece kendisi ve halefleri meşhur ?Engizisyon? mahkemelerini kurdular. Bundan sonra bir asır müddetle Avrupa'da yaptıkları mezalimin dehşetinden herkesi korkuya düşürdüler.
?Aziz Fransuva?ya gelince, onun tabiatı daha yumuşak olduğundan, o, sapık Hıristiyanları yola getirmek için müritlerini Fransa, Almanya ve Macaristan'a yolladı. Fakat bu acemi misyonerler gittikleri memleketin dilini bile bilmedikleri için oraların Hıristiyan halkı tarafından evvela soyuldular. Sonra da ?Bunlar sapıktır.? denilerek zindana atıldılar. Bu arada Tunus'a ve Fas'a gönderilen misyonerler de Arapça bilmediklerinden, bir de Müslümanların bunlara değer vermemeleri sebebiyle istedikleri gibi faaliyette bulunamadan memleketlerine elleri boş olarak döndüler.
Bu ilk teşebbüslerin toptan muvaffakiyetsizliğe uğraması karşısında, Müslümanları Hıristiyan yapmak ümidi kesilmeye başlanmıştı. Tam bu sıralarda Mayorkalı Ramon de Lulle adındaki şahıs ortaya çıktı.
Ramon de Lulle, Milâdî 1235 yılında İspanya'da doğdu. Babası bir asilzâde idi. Yetiştiği muhitte İslâm tesir ve nüfuzu hâlâ kuvvetini hissettiriyordu. Ramon de Lulle, gençliğinde dünya zevklerine düşkün bir asilzâde idi. Birtakım vehim ve boş hayallere kapılarak papaz olmaya ve Müslümanları Hıristiyan yapmak için faaliyete girişmeğe karar verdi. O sırada Mayorka Adasına yerleşmiş bulunuyordu. Evvelâ bir Müslüman esir satın alarak ondan dokuz yılda Arapçayı öğrendi. Bütün emeli Arapça öğreten bir papaz mektebi açarak misyoner yetiştirmekti. Bunun için Avrupa krallarına, papalara ve Viyana konsiline mürâcaat etti. Fakat her defâsında derdini anlatamadı. Bütün ömrü eserler yazmak ve Avrupa'nın başlıca merkezlerinde dolaşmakla geçti. İrili ufaklı iki bin kadar risâle yazdı. Hepsi yüz cilt ediyordu. Ramon de Lulle, misyonerlik faaliyetinde bulunmak üzere Mîlâdî 1291'de Tunus'a gitti. Orada Hıristiyanlığı yaymağa çalıştı. Fakat 1292'de sınırdışı edildi. 1305'te Buji şehrine gitti. Faaliyetlerinden dolayı yakalandı ve hapsedildi. Hapisten çıkarılmasına yardım eden bir Müslüman âlimi ile dînî konularda altı ay münâkaşa etti. Fakat iknâ olmadı. Buji Sultanı onu tekrar sınırdışı etti. 1311'de bütün ömrünce tahakkuku için çalıştığı şark (doğu) dilleri kürsilerinin (müsteşrik yetiştirme okullarının) papanın emriyle kurulduğunu gördü. 1315'te tekrar Tunus'a gitti. Sokaklarda İslâmiyet aleyhine vâzlar vermeye ve konuşmalar yapmaya başladı. Kendisinin bu hâline tahammül edemeyen halk tarafından katledildi. Modern misyoner teşkilatının ve şarkiyatçılığın (müsteşrikliğin) kurucusu bu Ramon de Lulle'dir. (Bkz. Müsteşriklik)
Reform hareketi neticesinde Katolik kilisesinin hâkimiyeti parçalanıp ortaya çeşitli Hıristiyanlık mezhepleri çıktıktan sonra çeşit çeşit misyonerlik hareketleri görüldü ve bu hareketler gittikçe çoğaldı. Her mezhep kendine mahsus bir misyoner teşkilatı kurdu. Yurdumuzda faaliyet gösteren başlıca teşkilatlar Katolik, Anglikan ve Protestan kiliseleridir.
Misyonerlerin çalışma metodları: Tarih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mubah gören bir zihniyete sâhip olmuşlardır. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerini yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları Hıristiyan papazları olmuştur. Yerli halkı kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi müstevlî ordularından meded ummuşlar ve bu uğurda en gayri insânî usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir.
Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgul olmazlardı. Çünkü bilirler ki, mahallî kültürleri yıkmadıkça, hiçbir yerli Hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için misyonerler evvelâ oradaki milleti meydana getiren maddî ve manevî kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarının binâsını yükselteceklerini sanırlar. Ellerinde var olan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. Bir de zamanımızdaki misyonerlerin amaçları arasında kültür emperyalizmiyle iktisâdî emperyalizmi gerçekleştirme ve diğer milletleri sömürme, başka milletlerin politik ve ticârî hayatlarına hâkim olma emelleri de vardır. İngiliz misyonerlerinden birisine ihtiyar bir Afrikalının verdiği şu cevap bu durumu çok açık ifâde etmektedir: ?Siz buraya geldiğinizde bizim toprağımız vardı. Şimdi sizin toprağınız, bizim de ?Kutsal kitab?ımız var!?
İslâm memleketlerindeki misyoner teşkilâtı faaliyetlerinin yapıcı ve yıkıcı olmak üzere iki cephesi vardır. Buna bir başka deyişle eritici, yeniden şekil verici denebilir. Bunun için milleti bölücü ve yıkıcı kamplara ayırmaya çalışırlar.
Osmanlı Devletinin yıkılmasında misyonerlerin rolü: Osmanlı Devletinin yıkılış devrinde, misyonerler, faaliyetlerini iki noktada toplamışlardır:
a) Devletin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermeni, Rum, Bulgar vs. gibi Hıristiyan unsurların çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuşlar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı Devletine karşı isyanlar hazırlamalarına sebep olmuşlardı. Bir taraftan memleket içindeki çeşitli unsurların arasına tefrika ve nifak tohumları ekerken; öte yandan Avrupa ve Amerika kamuoyunu, Türkiye'nin aleyhine kışkırtıyor; kendi tahrikleriyle kopan isyanların bastırılmasını, ?Türkler Hıristiyan ahâliyi kesiyor!? şeklinde propaganda yaparak, batı âlemini aleyhimize karar almak üzere harekete getirmeye çalışıyorlardı. Bundan bir asır öncesine kadar, Türk nüfûsunun ekseriyette bulunduğu Tuna vilâyetimizde, sâkin bir hayat süren Bulgarların isyan etmelerine ve Avrupa devletlerinin yardımıyla muhtariyet ve bilâhare istiklâl kazanmalarına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul'da Protestan misyonerleri tarafından işletilen Robert Kollej isimli mektepti. Tuna Türklüğünün mahvına, Müslüman Rumeli'nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca Müslümanın barbarca katledilmesine, geride kalanlarına ise, bugün bile zulüm edilmesine, Bulgar yapılmak için zorlanmalarına, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur.
Osmanlı Devletine bağlı Arap ülkelerinde yaşayan Hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyrut'taki Katolik-Fransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılayarak, Arap tebea arasında da ayrılma ve parçalanma temâyüllerini körüklemişlerdi. Yemen'de 1905'te ve daha sonra çıkan isyan hareketlerinde önemli bir rol oynamışlardı.
b) Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğruya Hıristiyan yapamıyacaklarını bildiklerinden, onların genç nesillerini dinsiz olarak yetiştirmek, bu durumdan doğan maneviyât buhranına çâre olarak Hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Misyonerlerin bu siyâsetini şu tâbirle açıklamak yerinde olur: ?Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir.? Onların nazarında ideal Türk münevveri, Tevfik Fikret'in oğlu Halûk'tur. Bilindiği üzere, babasının fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Halûk, dînini ve tâbiyetini değiştirerek bir Protestan papazı olmuş Amerika'ya yerleşerek milletini ve vatanını inkâr etmiştir.
İlim ve mantık karşısında misyonerlerin durumu: Misyonerler dinlerini yaymak için ilmî ve nazarî yollardan faydalanmazlar. Zîra ilim ve akıl vâsıtasıyla Hıristiyanlığın Müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkân ve ihtimal olmadığını bilirler. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara baş vururlar. On dokuzuncu asırda Hindistan'da cereyân eden bir hâdise, mevzuumuz itibariyle üzerinde ehemmiyetle durulması gerekir. Kısaca hâdise şudur:
İngilizler, Hindistan'ı işgal ettikten sonra Protestan misyonerleri bu ülkeye akın etmişler, yerli halkın lisanında risaleler (kitapçıklar) yazıp dağıtmak, meydanlarda nutuklar çekmek sûretiyle halkı Hıristiyanlığa dâvet etmeğe başlamışlardır. Bunun üzerine Müslüman din âlimleri, halkı uyandırmak için karşı faaliyete geçmişler ve bu arada ulemanın ileri gelenlerinden Halilürrahman Rahmetullah Dehlevî de, Hindistan'daki misyonerlerin en bilgilisi ve rütbece en büyüğü olan Papaz Pfander'i herkesin huzurunda yapılacak bir münazaraya dâvet etmişti. Papazın münâzarayı kabul etmesi üzerine bu münâzara Milâdî 1853 yılında Ekberâbâd şehrinde yapıldı. Toplantıda yüksek İngiliz memurları, ileri gelen Müslümanlar ve kalabalık bir halk kitlesi hazır bulundu. Rahmetullah Efendinin ve Pfander'in yanlarında yardımcıları vardı.
Münâzaranın programını Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında anlaşmazlık mevzuu olan şu beş ana mesele teşkil ediyordu: 1) Tahrif (Hıristiyanların kutsal kitaplarının muharref olup olmadığı meselesi). 2) Nesh (Hıristiyanların kutsal kitaplarının hükümden kaldırılıp kaldırılmamış olması meselesi). 3) Teslis (Hıristiyan inancına göre Allah'ın hem bir, hem üç; hazret-i Îsâ'nın hem Allah, hem insan, hem de Allah'ın oğlu oluşu iddiası. 4) Kur'ân-ı kerîm'in Allah tarafından gönderilmiş hak kitap oluşu meselesi). 5) Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğinin hak oluşu meselesi.
Münâzaranın ilk iki maddesinde Rahmetullah Efendi gâlip geldiğinden, misyonerler diğer maddeleri görüşmeden kaçmak mecburiyetinde kaldılar. Bu hâdise, İslâmiyetin Hıristiyanlığa karşı ilim ve akıl yoluyla kazandığı parlak bir zafer olarak tarihe yazıldı. Rahmetullah Efendi daha sonra bu konuyu genişleterek İzhârul-Hak ismiyle, Arapça büyük bir eser yazdı. Bu eser, Türkçe, Fransızca ve İngilizce ile başka dillere tercüme edilmiştir. İngilizce tercümesi neşrolunduğu zaman meşhur Times gazetesinin edebiyat ilâvesinde, ?Bu kitap batıda yayıldığı takdirde Hıristiyanlığın tutar tarafı kalmayacağını? ifâde eden bir yazı çıkmıştır.
Kültür emperyalizmi ve sömürgecilik bakımından misyonerler: Asrımızdaki eski sömürgecilik usulleri târihe karışmakta, yerine daha sinsi ve gizli bir sömürgecilik ikâme edilmektedir. Batı âlemi, Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah ve ordu kuvvetiyle ele geçirememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticâret sahalarında bu milletleri kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir. Bu yeni sömürgecilikte misyonerler ve onların açtıkları okullar mühim rol oynamaktadır. Bu okullarda zehirlenerek yetişen ve bulundukları memleketlerde idareci mevkilerine geçen kimseler, sinsi sömürücülerin emellerine âlet olmaktadırlar. Öyle ki, misyoner mekteplerinde yetişip, sonra da mühim mevkilere gelen bu tür devlet adamları, kendi öz milletlerine, müstemlekecilerden daha fazla zarar yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir ?autocolonie? olarak idâre etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Misyoner okulları, Müslüman devletlerin milli istiklâllerini ihlâl eden zararlı müesseselerdir.